Filistin toprakları gönüllü olarak mı yoksa İsrailli yerleşimcilerce zorla mı alınıyor? El konulan Filistin toprakları kim tarafından, kimlere satılıyor? Avrupa’nın en büyük medya gruplarından birisi olan Alman Axel Springer’in bu süreçteki rolü ne? Alman yasaları ne diyor? İnsan hakları avukatı Robert Grabosch, Batı Şeria’daki toprak gasplarını AA Stratejik Analiz’e anlattı.
Soru: Batı Şeria’daki işgal altındaki topraklarda yerleşimcilerce bazı gayrimenkul satışları gerçekleştirildiği biliniyor. Avrupa’nın en büyük medya gruplarından Axel Springer’in bu süreçteki rolüne dair de Almanya’da bir soruşturma talebi bulunuyor. Bu talebe konu olan yerleşimler kimler tarafından inşa ediliyor, satışlarda hangi yöntemler kullanılıyor?
Grabosch: Ben Almanya, İsrail ve Filistin’den 10’dan fazla avukattan oluşan bir ekibin parçasıyım. Söz konusu şikayetle birlikte Batı Şeria’daki bazı Filistinliler ve onların yaşadığı üç köy tarafından Almanya’da bir soruşturma talebi sunuldu. Şikayette, Alman medya grubu Axel Springer’ın bir iştiraki aracılığıyla, yerleşimcilerin Filistinlilere ait arazilerin satışına imkan tanıyan çevrimiçi bir platform işlettiği söyleniyor.
Batı Şeria’daki yerleşim hareketi, İsrail’in 1967’de Filistin topraklarını işgal etmesiyle başladı ve o tarihten bu yana devam ediyor. Bu yerleşimler, uluslararası hukuka göre Filistin’e ait olan işgal altındaki topraklar üzerine, İsrailli yerleşimciler tarafından kurulan konut alanlarıdır. Ağırlıklı olarak İsrailli yerleşimciler tarafından kurulan yerleşimleri, İsrail hükümeti, sübvansiyonlar, altyapı yatırımları ve askeri koruma gibi yollarla doğrudan destekliyor. Ayrıca, aralarında yabancı bağışçıların da bulunduğu özel kuruluşlar, yerleşim faaliyetlerinin finansmanında önemli rol oynuyor. Bazı yerleşimciler, İsrail yasalarına göre bile yasa dışı sayılan “karakollar” kurarak bağımsız hareket ediyor ve bu yapılar zamanla resmiyet kazanıyor. Arazilerin el değiştirmesi ise genellikle “güvenlik gerekçesi” gibi iddialarla meşrulaştırılan kamulaştırmalar yoluyla gerçekleşiyor.
Toprak edinimini ve yerleşimlerin genişlemesini meşrulaştırmak için karmaşık hukuki mekanizmalar devreye sokuluyor. Yerleşimlere gerekçe olarak da çoğunlukla ideolojik veya dini iddialar öne sürülüyor. Pek çok yerleşimci, kutsal metinlere dayanarak bu topraklar üzerinde ilahi ya da tarihsel bir hakka sahip olduklarına inanıyor. Bazılarıysa bu yerleşimleri, İsrail’in güvenliği açısından zorunlu veya daha büyük bir ulusal projenin parçası olarak görüyor. Ancak tüm bu anlatılar, nesiller boyunca bu topraklarda yaşamış Filistinlilerin haklarını bütünüyle görmezden geliyor.
FİLİSTİNLİLER TOPRAKLARINI GÖNÜLLÜ OLARAK SATMIYOR
Soru: Filistinliler topraklarını kendi istekleriyle mi terk ediyor yoksa baskı mı görüyor? Topraklar nasıl el değiştiriyor?
Grabosch: Elde ettiğimiz güçlü kanıtlar, Filistinlilerin topraklarını kendi rızalarıyla terk etmediğini açıkça gösteriyor. Tam aksine, yasal manevralar, fiziksel şiddet ve idari kısıtlamalardan oluşan sistematik bir baskıyla zorla yerlerinden ediliyorlar. Bu zorlamanın arkasında birden fazla mekanizma bulunuyor. Örneğin, İsrail makamları bazı arazileri “askeri bölge” ya da “doğa koruma alanı” ilan ederek kamulaştırıyor ve ardından bu toprakları yerleşimcilere tahsis ediyor. Aynı şekilde, güvenlik gerekçeleri veya yalnızca yerleşimciler için inşa edilen yollar gibi altyapı projeleri bahane edilerek de el koymalar gerçekleşiyor. Yerleşimciler ise sıklıkla yıldırma, mülk tahribi ve fiziksel şiddete başvuruyor. Bu saldırılar, İsrail makamları tarafından çoğu zaman soruşturulmuyor.
Ayrıca, Batı Şeria’nın tamamen İsrail kontrolündeki C Bölgesi’nde yaşayan Filistinliler, son derece kısıtlayıcı idari uygulamalara maruz kalıyor. İnşaat izni almak neredeyse imkansız, izinsiz yapılan yapılar ise İsrail yetkilileri tarafından yıkılıyor. Filistinlilerin tarım arazilerine erişimi de sık sık engelleniyor ya da kısıtlanıyor. Yerleşimciler, özellikle kültürel açıdan büyük önem taşıyan zeytin ağaçlarını hedef alıyor ve yok ediyor. Buna ek olarak, hareket özgürlüğü de ciddi şekilde sınırlandırılmış durumda. Kontrol noktaları, barikatlar ve yalnızca yerleşimcilere açık yollar, Filistinli toplulukları birbirinden koparıyor; insanların tarlalarına, okullarına, hastanelere ve iş yerlerine ulaşmasını engelliyor. Bu izolasyon, ekonomik zorlukları derinleştiriyor ve birçok ailenin göç etmek zorunda kalmasına neden oluyor.
BATI ŞERİA’DA GASP VE MÜLKSÜZLEŞTİRME POLİTİKASI HAKİM
Soru: Filistinlilerin topraklarını gönüllü olarak sattığı ve İsraillilerin toprakları satın alma yoluyla ele geçirdiği yönünde tarihsel bir iddia var. Bu ne kadar doğru?
Grabosch: Açık konuşmak gerekirse, bir Filistinlinin isteyerek toprak sattığı iddiası (geçmişte ya da bugün) bu son derece karmaşık olan durumu fazlasıyla basitleştirmekten başka bir şey değil. Gerçekte yaşananlar; sömürgeci yapılar, ekonomik baskılar ve sistematik şiddetle şekillenmiş bir sürecin parçası. Bugün Batı Şeria’da gerçekleşen mülk edinimleri, artık yasa dışı işgalin doğrudan bir uzantısı haline gelmiş durumda.
Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin 49. maddesi, işgalci bir gücün, kendi sivil nüfusunu işgal altındaki topraklara transfer etmesini açıkça yasaklıyor. Buna ek olarak, 1953 tarihli bir Ürdün yasası da Batı Şeria’daki arazilerin Arap olmayanlara satışını yasaklıyor. Ancak İsrail, 2024 yılının Ocak ayında bu yasağı yürürlükten kaldırmayı hedefleyen bir yasa tasarısı sundu ve tasarı, şüpheli satışların ve mülkiyet sahtekarlığının önünü daha da açma riski taşıyor. Ancak bir işgal gücünün kendi yasaları, işlediği toprak gaspını meşrulaştıramaz. Uluslararası Adalet Divanı da 2024 tarihli İstişari Görüşü’nde, yerleşimlerin yasa dışı olduğunu bir kez daha açık şekilde vurguladı. Bu nedenle Batı Şeria’da tanık olduğumuz şey, gönüllü bir göç ya da doğal bir mülk devri değil; uluslararası hukuku sistematik biçimde ihlal eden bir gasp ve mülksüzleştirme politikasıdır.
Soru: Batı Şeria’da kaç Yahudi yerleşimi bulunuyor ve bu yerleşimlerde kaç kişi yaşıyor?
Grabosch: İsrailli sivil toplum kuruluşu B’Tselem’in verilerine göre, 1967 ile 2017 yılları arasında Batı Şeria’da 200’den fazla yerleşim kuruldu. Bu sayı son yıllarda hızla artıyor ve bugün 300’e yaklaşmış durumda. Peace Now ve Birleşmiş Milletler’e göre, bu yerleşimlerde 700 binden fazla kişi yaşıyor. Bu nüfusun da yaklaşık üçte biri Doğu Kudüs’te bulunuyor. Bu yerleşim ağı, bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını her geçen gün daha da zorlaştırıyor. Yayılmanın bu ölçüde artması, özellikle 4. Cenevre Sözleşmesi’nin 49. maddesinin 6. fıkrası kapsamında, uluslararası hukukun ciddi bir ihlali olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla bu durum sadece demografik veya coğrafi bir mesele değil, aynı zamanda Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkını zayıflatan ve bölgedeki gerilimi tırmandıran bir sorun.
Soru: Bu soruşturma talebini tam olarak kimler sundu ve içeriği nedir?
Grabosch: Müştekiler arasında, toprakları kendilerinden ve ailelerinden zorla alınmış 5 çiftçi ile İskaka, Marda ve Taybeh köyleri yer alıyor. Bu köyler, Salfit ve Ramallah valilikleri sınırları içinde bulunuyor ve her birinin nüfusu yaklaşık 1500 ila 2 bin 300 arasında değişiyor. Bu kişiler, mülkiyet, arazilerine erişim ve su kaynaklarına ulaşma haklarının ihlal edildiğini belirtiyor.
EL KONULAN FİLİSTİN TOPRAKLAR SADECE YAHUDİLERE SATILIYOR
Soru: Türk kamuoyunda, Batı Şeria’daki arazi satışlarına dair ayrıntılar pek bilinmiyor. Bu arazileri tam olarak kim satıyor ve kimler satın alıyor?
Grabosch: Satışlar çoğunlukla dolaylı yollarla, inşaat şirketleri aracılığıyla gerçekleşiyor. Bireysel yerleşimciler de edindikleri ya da miras aldıkları mülkleri yeniden satışa çıkarabiliyor. Daha az oranda da olsa, İsrail Arazi İdaresi kamulaştırılmış ve “devlet arazisi” olarak sınıflandırılmış bölgeleri satışa sunuyor. Bu süreçte, sağ görüşlü bazı sivil toplum kuruluşları da aktif rol oynuyor. Bu kuruluşlar önce Filistinlilerin tahliyesi için dava açıyor, ardından boşalan araziler Yad2 platformu üzerinden satışa çıkarılıyor. Ancak bu ilanlar yalnızca Yahudi yerleşimcilere hitap ediyor. Örneğin, Ariel yerleşimiyle ilgili ilanlarda, Yahudi olmayanların başvurularının kabul edilmediği açıkça belirtiliyor. Birçok yerleşimde, alıcıları dini kimliklerine göre değerlendiren “Kabul Komiteleri” bulunuyor. İlanlarda sıkça “Siyonist öncüler için ideal” gibi ifadeler yer alıyor ya da milliyetçi duygulara seslenmek amacıyla “Yehuda” ve “Şomron” gibi İbranice terimler kullanılıyor.
Soru: Peki Avrupa’nın en büyük medya gruplarından birisi olan Alman Axel Springer bu sürecin neresinde yer alıyor?
Grabosch: Şikayette de belirtildiği gibi, Axel Springer grubu, Yad2 adlı ilan sitesini işleten İsrailli bir yan şirkete sahip. “Yad2”, İbranice’de “ikinci el” anlamına geliyor. Bu platform üzerinden Yahudi yerleşimciler, Filistinlilerden alınmış arazilere dair ilanlara kolayca ulaşabiliyor. Bizim iddiamız şu: Alman ana şirket Axel Springer, bu yasa dışı ilanları önlemek için makul ve etkili önlemler almakla yükümlüdür. Çünkü bu ilanlar, doğrudan mülkiyet hakkı ihlallerinin bir parçası.
ALMAN AXEL SPRINGER, ALT ŞİRKETİ ELİYLE FİLİSTİN TOPRAKLARININ ÇEVRİM İÇİ SATIŞINA DESTEK OLUYOR
Soru: Axel Springer nasıl bir şirket ve ne tür faaliyetlerde bulunuyor?
Grabosch: Axel Springer, Avrupa’nın en büyük medya şirketlerinden biri. Merkezi Berlin’de ve iki ana alanda faaliyet gösteriyor. İlk olarak, Almanya’nın en etkili medya kuruluşlarından biri. Bild ve Die Welt gibi büyük gazetelerin sahibi; ayrıca çeşitli televizyon kanalları ve çevrim içi haber platformlarını işletiyor. İkinci faaliyet alanı ise ilan (classifieds) bölümü. Bu segment; iş ilanları, emlak listeleri ve çeşitli hizmetlere yönelik çevrim içi platformları kapsıyor. Küresel ölçekte faaliyet gösteren bu alan, şirketin en önemli gelir kaynaklarından.
Bu bağlamda Yad2’nin de Axel Springer’e ait olduğu konusunda bir şüphe yok. Coral Tell Ltd. isimli bir İsrail şirketi tarafından işletilen Yad2, Almanya ve İsrail’deki kamuya açık şirket sicillerine göre, Coral Tell Ltd., Axel Springer grubunun bir iştiraki olması sebebiyle, şikayette de açıkça belirtildiği gibi, doğrudan Axel Springer’e bağlı. Ve biz biliyoruz ki Axel Springer Yad2’nin faaliyetlerinden haberdar. Uluslararası araştırma ekibimiz, kamuya açık raporlar ve şirket sicil kayıtları üzerinden, Axel Springer’in Yad2’yi doğrudan kontrol ettiğini tespit etti.
Soru: Alman yasaları bu duruma ne diyor?
Grabosch: Şikayetimizin yasal temeli, Ocak 2023’te yürürlüğe giren Almanya’nın “Kurumsal Sürdürülebilirlik Durum Tespiti Yasası”dır (Corporate Due Diligence Act). Bu yasa, büyük Alman şirketlerine, küresel faaliyetlerinde insan hakları ve çevresel riskleri belirleme ve bunlara karşı önlem alma yükümlülüğü getiriyor. Bu bağlamda, Axel Springer’in İsrailli iştiraki Coral Tell Ltd. ile ilgili olarak bu yükümlülükleri yerine getirmediğini ileri sürüyoruz.
YASA DIŞI YERLEŞİMLERE VERİLEN DESTEK HUKUKA AYKIRI
Soru: Bu yasa, Axel Springer’in Orta Doğu’daki faaliyetleri için de geçerli mi?
Grabosch: Kesinlikle geçerli. Kurumsal Sürdürebilirlik Durum Tespiti Yasası, bir şirketin kontrol ettiği iştiraklerinin faaliyetlerini de doğrudan ana şirketin kendi ticari faaliyetleri olarak kabul eder. Eğer bir şirket, bağlı kuruluş üzerinde kontrol sahibi ise o faaliyetlerden hukuken sorumludur.
Uluslararası hukuk da bu soruşturma talebinin temel dayanaklarından biri. Zira uluslararası hukuk soyut bir metinler bütünü değildir. Apartheid rejimini ve işgali mümkün kılan yapıları yıkmak, somut adımlar gerektirir. Örneğin Yad2 üzerindeki ilanların kaldırılması gibi. Bu bağlamda Alman makamlarının sessizliği tarafsızlık değil, doğrudan bir suç ortaklığıdır. Uluslararası Adalet Divanı da 2024 tarihli Danışma Görüşü’nde bu hükmü teyit etmiş, tüm devletlerin kendi şirketlerinin Batı Şeria’daki ihlallere katkıda bulunmasını engellemesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Axel Springer’in iştiraki olan Yad2, yasa dışı yerleşimlerin yayılmasına katkı sağlamaya devam ederken Alman hükümeti sessiz kalırsa, bu yükümlülükler ihlal edilmiş olur. Kısacası, Almanya, kurallara dayalı uluslararası düzeni savunduğunu iddia ederken, aynı zamanda kendi şirketlerinin bu kuralları ihlal etmesine göz yumamaz. Hukukun tutarlılığı bir tercih değil, bağlayıcı bir yükümlülüktür.
SUSKUNLUK ALMANYA’NIN ULUSLARARASI HUKUK SÖYLEMLERİNE ZARAR VERİYOR
Soru: Bu şikayetin kabul edilmesi, yerleşimlerin kaldırılmasına ya da sınırlandırılmasına yol açabilir mi?
Grabosch: Yasaların uygulanması, en azından Filistinlilerin evlerinden ve topraklarından zorla çıkarılmasını cazip olmaktan çıkarır. Eğer bu mülkler çevrim içi olarak satılamaz ya da satın alınamazsa, bu durum mülk transferlerini büyük ölçüde zorlaştırır. Böylece toprak gaspı yavaşlatılabilir.
Unutmamak gerekir ki, her ilan (çalıntı bir araziye dair olsun ya da olmasın), her satış, mülkiyet hakkının yeniden ihlali anlamına gelir. Bu soruşturma talebinin olumlu sonuçlanması doğrudan yerleşimlerin kaldırılmasına yol açmayabilir, ancak genişlemeyi yavaşlatabilir ve yeni hak ihlallerinin önüne geçebilir.
Şu anda Almanya’daki siyasi sessizlik oldukça dikkat çekici. Alman hükümeti oysa Uluslararası Adalet Divanı, yerleşimlerin uluslararası hukuku ihlal ettiğini açıkça belirtmiş durumda. İnsan hakları hala sistematik şekilde çiğnenirken, bu sessizliğin sürmesi kabul edilemez.
Burada göz ardı edilemeyecek bir gerçek var ki siyasetçiler arasında Axel Springer’e yönelik yaygın bir çekince hakim. Pek çok politikacının kariyeri, Springer medyasının desteğine bağlı. Springer, Almanya’daki medya ortamına hakim bir güç ve bu nedenle hukuku savunmak ciddi bir cesaret gerektiriyor. Ancak bu suskunluk, Almanya’nın uluslararası hukuk ve insan hakları konusundaki inandırıcılığına doğrudan zarar veriyor.
Soru: Bu soruşturma talebini üstlenirken böyle bir tabloyla karşılaşacağınızı öngörmüş müydünüz?
Grabosch: Açıkçası, bu denli güçlü bir dirençle karşılaşmayı beklemiyordum. Alman hükümeti, uzun süredir Batı Şeria’daki yerleşimlere açıkça karşı çıktığını ifade ediyor ve yıllardır iki devletli çözümü savunuyor. Kasım ayında Şansölye Olaf Scholz, hem yerleşimlerin hem de yerleşimci şiddetinin sona ermesi gerektiğini açıkça dile getirmişti.
Ayrıca Almanya, Kasım ayında BM’de Filistinlilerin kendi toprakları ve doğal kaynakları üzerindeki egemen haklarını tanıyan karara da evet oyu verdi. Bu nedenlerle, şikayetin reddedilmesinin söz konusu olamayacağını düşünüyordum. Zira aksi yönde bir karar, açık bir çifte standardı ortaya çıkarırdı. Öte yandan eğer BAFA (Federal Ekonomi ve İhracat Kontrolü Dairesi) ve bağlı olduğu siyasetçiler sessizliğini korumaya devam ederse, Almanya bu süreçte tüm inandırıcılığını kaybederdi. Dolayısıyla öyle bir riski göze alacaklarını sanmıyordum. Ama şu ana kadar yanıldığım anlaşılıyor ve bu sırada sahadaki ihlaller de artarak sürüyor.
Soru: Tüm bu risklere rağmen sizi bu soruşturma talebini üstlenmeye iten motivasyon neydi?
Grabosch: Uluslararası hukukun, çatışmaların yerine barışı koyma gücüne inanıyorum. Hesap verebilirliğe ve hukukun üstünlüğüne duyulan güven, savaşların sona ermesi ve adaletin sağlanması için vazgeçilmezdir. Hukuki açıdan durum son derece net: Axel Springer, yerleşimcilerin yasa dışı toprak gasplarına katkıda bulunmamalıdır. Bu katkı, yalnızca uluslararası hukuku değil, aynı zamanda Alman ve hatta Ürdün hukukunu da ihlal etmektedir.
Ekibimizde Filistinli, İsrailli ve Alman avukatlar yer alıyor ve hepimiz aynı fikirdeyiz: Şirketlerin bu tür suçlara katkısını durdurmak, adil ve sürdürülebilir bir çözüm için şiddet içermeyen tek yoldur. Bir avukat olarak, yasal yolların barışa ulaşmada en etkili araç olduğuna inanıyorum. Eşit koşullarda yürütülecek bir diyalog kuşkusuz ideal olurdu ancak bu mümkün olana kadar, elimizdeki hukuk araçlarını kullanmalıyız. Bu soruşturma talebini üstlenmemin temel nedeni, Almanya’nın insan haklarını, kim olursa olsun, korkusuz ve ayrım gözetmeksizin savunması gerektiğine olan inancımdır.
TOPRAK GASPINI TEŞVİK HERKESİN GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDİYOR
Soru: Alman siyasi liderlerin bu sürece dair konusundaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Grabosch: Bu soruşturma talebini görmezden gelmek, Almanya’nın insan hakları ve uluslararası hukuku savunma iddiasını zayıflatır. Batı Şeria’da Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslüman Filistinliler birlikte yaşıyorlar. Üstelik her yerleşimci Yahudi de değil, bazıları Hristiyan Siyonist veya seküler kimliğe sahip. Toprak gasplarına ve zorla yerinden etmeye katkıda bulunmak, bölgedeki herkesin güvenliğini daha da tehdit eder. Alman siyasi liderler, barışın yalnızca tüm tarafların insan haklarına saygı gösterildiği bir ortamda inşa edilebileceğini kabul etmeli zira adaletsizlik karşısındaki sessizlik, en nihayetinde bir suç ortaklığıdır. Almanya’nın yerleşimlere karşı olan tutumunu yalnızca sözle değil, somut adımlarla da göstermesinin zamanı artık geldi de çattı.