Norveç edebiyatının çarpıcı kalemi Vigdis Hjorth, ‘Annem Öldü mü’de ‘anne-kız’ ilişkisi üzerine, derin, ölümcül yaralar, bir annenin kızı olmak, anneyi terk etmek, anneye dönmeye çalışmak ama en çok da ‘annede kendini aramak’ üzerine, derin bir deneyim yaşatıyor.
BAHAR ÇUHADAR/KitapSanat
Norveçli edebiyatçı ve tiyatro eleştirmeni Vigdis Hjorth, 2016’da yazdığı romanı ‘Miras’la çevrildiği her dilde kalplerde derin bir iz bırakmıştı desek, en azından romanı okumuş olanların tasdikleyeceği üzere, abartmış olmayız. ‘Miras’, otobiyografik mi-değil mi tartışmaları ve Hjorth’un kendi ailesi içinde yarattığı fırtınalar (yazarın kız kardeşi, romanı yalanlayan bir karşı kitap yazmış, annesi romandan uyarlanan oyuna dava açmıştı) bir yana; genelde aile, özelde aile içi istismar meselesine dair yazılmış hayli sarsıcı bir çağdaş metin olarak hafızamızda kalıcı bir yer edindi. Geçmişte babasının istismarına uğrayan ve Hjorth’un profiline hayli benzeyen karakterin, sadece babasıyla değil tüm ailesiyle hesaplaşmasının metniydi ‘Miras’. Okumayanlara önerip, Vigdis Hjorth’un Türkçeye yine Siren Yayınları’nın özenli çevirisi (Dilek Başak) ve baskıyla kazandırılan yeni romanı ‘Annem Öldü mü’den bahsedelim.
Önce tatsız haber; sadece bu satırların yazarı değil, konuştuğum hemen her okur, kitabın ‘içine girmekte’ birazdan fazla zorlandı. ‘Miras’taki okuma ritminden düşük bir viteste açıyor yazar bu kez anlatısını da kendini de… Neyse ki ilerledikçe, kitabı elinizden bırakmadığınıza şükrettiren bir anlatı bekliyor sizi. ‘Anne-kız’ ilişkisi üzerine, derin, ölümcül yaralar, bir annenin kızı olmak, anneyi terk etmek, anneye küsmek, anneye hak vermek, anneye öfkelenmek, anneye dönmeye çalışmak, çocukluktan yarım yamalak hatırladığın anneyi yeniden keşfetmek ama bence en çok da ‘annede kendini aramak’ üzerine, derin ve çarpıcı bir deneyim yaşatıyor ‘Annem Öldü mü’.
Hjorth bu kez 30 sene önce terk ettiği (evlenmek üzere olduğu adam da dahil olmak üzere) ailesine ve şehrine birden dönen, başarılı bir ressam kadının, annesi ve kız kardeşiyle yaşadığı ‘kedi-fare oyunu’ üzerine kuruyor anlatısını. Karakterimiz; 60’ına dayanmış, vaktiyle âşık olup, ailesini ve ülkesini terk edip de evlendiği eşini artık kaybetmiş, oğlu da çoktan baba olmuş bir kadın olan Johanna. Bir gece annesini arar, ancak çağrısına karşılık alamaz. En son 30 sene önce görüştüğü annesi, telefonu meşgule alarak, kızıyla görüşmeyi açıkça reddeder. Johanna’nın kendi annesi ve kız kardeşini şehirde, handiyse bir ‘tacizci sapık’ gibi, düzenli bir rutinle gizlice takip ettiği tuhaf sürece böylece tanıklık etmeye başlarız.
Johanna’nın içindeki ıssızlığı ifade eden çok cümle var ama sanırım en berrağı şu: “Evine dönen kayıp kız çocuğuyum ama beni karşılayacak kimse yok ve bu benim suçum.”
‘Annem Öldü mü’de geçmiş ve bugün arasında lineer olmayan bir hat kuruyor Hjorth ve finale yaklaştıkça mesele çoktan Johanna ve annesi arasındaki gerilimden çıkıp annelerimizle olan ‘yaralı’ bağımız üzerine yoğun bir akışa bırakıyor kendini.
Kurmaca karakter Johanna da tıpkı kendi yazarının ‘Miras’ sürecinde başına geldiği gibi, ama bu kez ‘Anne ve Çocuk’ adlı resimleri yüzünden, kendi ailesince suçlanıyor, hatta lanetleniyor. Hjorth’un şu satırları mevzuya, metinlerarası bir yanıt niteliğinde: “Sanatçı, sırf ailesi tasviri kendileri olarak yorumlayabilir diye resmini çocuk, anne, baba, aile diye adlandıramayacak mı?” Bitmez bir tartışma…
Zorlanarak başladığım kitabın içinde finale yaklaştıkça, fosforlu kalemimi kullanmadığım sayfa sayısı azalmıştı. Sosyal medyada paylaştığımda 10’a yakın takipçimden ‘Hangi kitap bu?’ sorusu alan, altını çizdiğim cümlelerden birini burada da paylaşarak bitireyim: “Gerçek hayattaki anne figürümüz, kendi annemizle bireysel deneyimimiz, anne mitiyle iç içe geçmiştir, ben de dahil olmak üzere bu mitolojik haçı yüklenmiş giden tüm annelere ve anneme vah yazık.”