Selçuk Altun’un yeni romanı ‘Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm’, köklerini 12 Eylül karanlığına kadar uzatan bir gizem hikâyesi. Romanında hem dünya üzerinde hem de edebi türler arasında dolaşan Altun’la kitabını konuştuk.
■ “Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm” henüz yayımlandı. Yolu açık, okuru bol olsun. Nasıl geçmiş bir sürecin romanı bu sizin için ve sizce yazın yaşamınızda nerede duruyor?
2015’te Sahaf Turkuaz’da gezerken Diyarbakır eski belediye başkanı Mehdi Zana’nın 1988’de yazdığı ve 1992’de yayımlanan ‘Vahşetin Günlüğü’ kitabını görüp almıştım. Kitap, Zana’nın 12 Eylül sürecinde, gezegenin en azılı zindanına dönüşen Diyarbakır mahpushanesindeki günlüğüdür. Okuduklarımdan utandım, gerçekten bir vahşet günlüğü beni şoke etmişti ve ben konuyu derinliğine ilk kez duyuyordum. 12 Eylül sürecinin yanlış veya eksik değerlendirildiği daha sert bir şekilde kafama dank etti. Meraktan bazı mahpushane günlüklerini daha okuyunca iyice rahatsız olmuştum. Bu kısa romanı dört yılda yazdım. Yayınevine sunmadan önce Güven (Turan) Abi’ye okuttum. İki oturuşta bitirdi ve en beğendiği iki romanımdan (diğeri Bizans Sultanı) biri olduğunu belirtince rahatladım. Olgunluk döneminin beni tanımlayan yapıtım diyebilirim.
■ İçindeki 12 Eylül hesaplaşmasını düşündüğümüzde siyasi damarı en derin romanınızla karşı karşıyayız diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Her 12 Eylül’de gazeteler dönemin vahşet istatistiklerini yayımlar: 1,7 milyon kişi fişlendi, 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 171 kişi işkencelerde, 14 kişi açlık grevlerinde öldü, 43 kişi infaz edildi, 50 kişi idam edildi gibi. Bir de onların aileleri, yakınları var. Onlar kalpaklı bir mizah dergisinde konuşma yaptığı, yazı yazdığı için devlet düzenini yıkmaya çalışıyor diye suçlarını itirafa zorlandılar. Yargılama sürecinde eşleri, yakınları kamudaki işlerinden oldular. İşkence altında imzaladıkları dilekçeleri bilahare mahkemeler tarafından geçersiz sayıldı ama beraat ettikten sonra bu kez iş bulamadılar. Nitelikli bir, belki iki nesil yok oldu. Bunları söylerken de için sızlıyor.
■ “Yazmak için ne zaman masaya otursan okumasın gelir” diyor romanın bir yerinde kahramanınız Ve. Sizde yazıdan önce gelen bir duygu mu bu?
Önce söyleyi okurlarıma açıklayalım, anlatıcının adı Ve. Yakınları ona Ve diyor, soyadı And. İkilemler içinde yaşamayı seven, gizemi mutluluğa yeğleyen birikimli bir genç adam. Doğrudur, ben ne zaman bir roman yazmaya otursam, okumasın gelir. Ben yazardan önce bir okurum, profesyonel yaşantımdan emekli olunca bir ara ‘Okur Yazar’ diye kart bastırmayı düşünmüştüm.
■ Biyografi yazımına ilginizi merak ediyorum. Okumayı sevdiğiniz belli ama bunu kurmacaınızın bir parçası haline getirmeniz benim esas ilgimi çeken. Bu gerçeklik size nasıl bir oyun alanı sunuyor?
Kendim de roman yazmaya başlayınca roman okuma katsayım düştü. Biyografi ve otobiyografiye döndüm. Kaynak bölümünden Anglo-American edebiyat bu türde çok mesafe kat etmiştir. O kalın biyografileri okudukça o kadar çok “Hayat romanlardan daha tuhaf” demekten kendimi alamadım. Bu olgu kurmaca ile kurmaca dışının bir sonsuz düellosu gibi gelişti. Gizemli bir süreçtir, okur olarak keyiflenirim.
■ Romanın, ortalarda gözüken bir kahramanınız daha var: Werner Herzog. Kahramanınızı etkileyecek kadar metne rol vermişsiniz. Nedir Herzog’u sizin için özel kılan?
Werner Herzog en gözde film yönetmenimdir: Vizyoner, bibliyofil, maceraperest, gezgin, yazar ve anarşisttir. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra serpilmiş, o dönemin de tadını çıkarmıştır. Başkaları hayallerinin günlüğünü tutarken, Herzog hayallerini bir anekdot olarak bizzat yaşamıştır. Örneğin genç bir film yönetmeni adayıyken, menajeri olan kişinin Paris’te yoğun bakımda olduğunu duyup Almanya’dan Paris’teki hastaneye bir nevi vahiy gibi 2000 km. yürümüştür, menajeri eleştirmene şifa getirsin diye. Döndüğünde o kişi yoğun bakımdan kurtulur. Romanda Herzog’un başyapıtı ‘Fitzcarraldo’ filminin de önemli rolü vardır. İngiltere’de Fitzcarraldo Editions diye nitelikli bir yayınevi var. Bu roman şu anda İngilizceye çevriliyor. Keşke o yayınevinden çıksaydı ama benim bir edebiyat ajanım bile yok.
■ Üslubunuz üzerine konuşmak isterim. Bir romanıyla birlikte konuşan bir biyografi yazarı, sanat danışmanı, edebiyat deşifreci, hatta bir şair aynı zamanda. Öte yandan şiir her yanınızda. Merakım şu: Bu apayrı renklerin bir bütüne hizmet edebilmesini metin mi, kahramanlar mı, yoksa yazarın kendisi mi belirliyor?
Beni en çok sevindiren kompliman üslubumun şiirsel bulunmasıdır. Birikimli okur için yazarım. Bu tür yapıtlara ihtiyaç var. Geçen yıl Türkiye’yi birlikte Konuşan Avrupalı Yazarlar Festivali’nde, oturum arkadaşım Belçikalı yazar “Bizans Sultanı’nı okudum, ‘Sen niye bu kadar çok şey biliyorsun?'” diye takılmıştı. Yanıtıma gelince; çatıyı yazar ile roman kahramanları ortaklaşa kurar.
■ Bu roman için nerelere seyahat ettiniz? Çünkü her romanınız için gezip gördüğünüz yerler oluyor…
Romanlarımın ortak türü ‘gezi’ ve ‘gizem’dir. Projelerim için kısa, uzun seyahatlere çıkmaya bayılırım, o seyahatler beni elektrikli yatağa bağlı olan ödüllendirir. Bu kez de ilginç rotalar saptamıştım ve pişman olmadım. Romanın önemli bölümü Almanya’da konuşlu, zamanın durduğu kadim şehir Rothenburg’da geçiyor. Sonra Kıbrıs, Amasya, Midilli, Londra, Oslo ve fiyort cenneti Fjærland.
■ Özellikle o küçük Norveç kasabası; Fjærland. Büyülü bir yerden bahsediyorsunuz sanki. Bir kitapsever için gerçek olamayacak kadar masalsı.
Fjærland Norveç’in kuzeyinde 270 nüfuslu bir fiyort noktası. Bir dostum köye dair kartpostal güzellikte bir görsel yolladı. Google’dan araştırdığımda oranın iddiasız bir sahaf merkezi olduğunu öğrendim. Mekânda sekiz dükkan vardı, bir market (ve postane), biri kafe ve kanalları sahafı Katedralen’di. İçimden, Fjærland’a gitmeli ve yazmayı planladığım romanda oraya yer vermeliyim dedim. Geçen yaz Nur’la Oslo’dan, pervaneli bir uçakla portatif pijama fabrikasını andıran Sogndal Havalimanı’na uçtuk. Oradan bir otostopla Fjærland’a girdik. Norveç’e dizi seyrederken fiyort gördüm, hepsi şirindi ama memleketim Şavşat’ın kırsalındaki doğa güzelliğiyle karşılaştırdığımda o kadar da etkilenmemiştim. Fjærland’a vardığımda, mekân görür görmez vurulduğumu anladım. Yemyeşil katmanlı bir doğa, dingin bir gölet ve panoramik karlı dağlar. İnsana huzur veren o sessizliği izlerken ayaklarım yerden kesilecek sanmıştım. Portatif bir sahafın bakıcısı yoktu, dilediğin kitabı alıyor, kenardaki kutuya 30 kron atıyordun.
■ Romanlarınızda ne anlatırsanız anlatın, bir gizemin peşine takıyorsunuz okurlarınızı. ‘Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm’ için de durum farksız. Nedir bunun kökenleri?
Anglo-Amerikan edebiyatında edebi gizem (literary thriller) diye bir tür var.
Edebi gizem konulu ve kısa romanlar okumayı seviyor, o türde yazmaya çalı-
şıyorum. Bu romanın anlatıcısı Veciz de gizemi mutluluğa yeğliyor, ikilemli yaşa-
mından şikâyetçi değil. Kutsal kitaplarda da gizem vardır. ‘Hamlet’ ve ‘Godot’yu
Beklerken’de de gizem eksik değildir. Kitabın bir Kuzey Irak Türkmen türküsün-
den ödünç alınan adı da ikilem doludur. Finalde okuru şaşırtabilmişsem görevimi
yerine getirdim sayarım.
Planlı bir yazarsınız. Tezgâhta neler var?
Ufukta bir roman projesi yok ve bu durumdan şikâyetçi değilim. 2026’da ‘Kitap İçin – 6’ çıkacak. 1990’lardan beri değişik dergiler için yazdığım denemelerden bir seçkiyi 2027 için planladık. Şu anda ‘Öpsem Öldürürler Öpmesem Öldüm’ İngilizceye çevriliyor. Bilâhare Londra’da bir yayıncı arayacağım. Az ömür törpüsü değildir.